“Yaşanan depreme doğal afet demek doğru değil”
Hocaların hocası olarak bilinen, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Emekli Öğretim üyesi Prof. Dr. Ruşen Keleş, Çaycuma Belediyesinin konuğu olarak, “21. Yüzyılda Kentleşmenin Vizyonu ve Yerel Yönetimlerin Rolü” başlıklı bir konferans verdi. Çaycuma belediyesi Çarşamba Salonu’nda yapılan ve Prof. Dr. Erol Köktürk’ün yönettiği konferansa eski Bakanlar Önay Alpago ve Hasan Gemici, önceki dönem Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk, CHP İl Başkanı Devrim Dural, Ankara Büyükşehir Belediyesi Kültür Varlıkları Daire Başkanı Bekir Ödemiş ve çok sayıda sivil toplum örgütü temsilcisinin yanı sıra kalabalık bir vatandaş topluluğu katıldı. Katılımcıların büyük bir ilgi ve dikkatle izlediği konferansın sonunda Çaycuma Belediye Başkanı Bülent Kantarcı, Ruşen Keleş, Erol Köktürk ve Bekir Ödemiş’e, günün anısına birer plaket sundu.
“HERKESİN BELEDİYE SEÇİMLERİYLE MEŞGUL OLDUĞU BİR DÖNEMDE BİR BİLİMSEL BİR TOPLANTI YAPMAK ÇAYCUMA’NIN İSTİSNAİ DURUMUNU ANLATIYOR”
Konuşmasına, “Sevgili Çaycumalılar, değerli konuklar, değerli Belediye Başkanım başta olmak üzere hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum” hitabıyla başlayan Prof. Dr. Ruşen Keleş, “Sevgili kardeşim, öğretmenim Erol Bey’in söylediklerinin beni şımartmış olmadığından emin olabilirsiniz, kendisine çok teşekkür ediyorum. Çaycuma’nın istisnai durumunu en güzel açıklayan örnek bu olsa gerek: Seçime 14 gün kala herkesin belediye seçimleriyle meşgul olduğu bir dönemde bir bilimsel toplantıya yer veriliyor. Çaycuma’nın dünyaya bakış açısını göstermesi bakımından bundan daha güzel bir örnek olamaz. Erol öğretmenim de söyledi, Siyasal Bilgiler Fakültesine geleli 75 yılı geçmiştir, hala oradayım. Bizim kürsünün kurucusu, daha sonra Berlin’de Belediye Başkanı da olan Ernst Reuter’dir. Alman Nazi rejiminden kaçarak Türkiye’ye gelmiş. 1938’de kürsümüzü kurmuş, 1946’da da dönmüş, döndükten sonra da Berlin Belediye Başkanı olmuştur. 1953’de, öldüğü için Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanma şansı kalmadı. Onun adını şu nedenle zikrediyorum, sınavlarını fakültede hep sözlü olarak yapardı, şimdi sınavlar yazılı yapılıyor biliyorsunuz. İleride vali ve kaymakam olacak olan öğrencilerin daha sınav sırasında nasıl konuşulacağını öğrenmesi için yapardı. Ancak sözlü sınavlar, öğrencileri çok heyecanlandıran sınav türüdür. Onun asistanı olan rahmetli Fehmi Yavuz Bey de sınavlarını sözlü olarak yapmıştır, ondan devralan ben de hep sözlü sınav yaptım. Çocuklar kapıda sıraya girerler, ikişer ikişer içeri alır sorularını yazdırırız. Biri sorularını yanıtlarken, diğeri düşünür soruların üzerinde. Fakat çocuklar heyecanlandıkları için kurşun kalemle, benim odamın kapısına şöyle yazmışlar: ‘Karanfil eken bilir, Ruşen Bey’i çeken bilir.’ Şimdi beni kürsüye davet eden öğretmenim Erol Bey’in ve sizin gibi çok seçkin bir dinleyici kitlesi karşısında kürsüye çıkmak aynen sözlü sınav sırasında kapıda bekleyen öğrencilerim gibi beni heyecanlandırdı, bunu sizlerle paylaşmak istedim.” dedi.
KARŞI KARŞIYA KALDIĞIMIZ EKOLOJİK SORUNLARIN AŞILMASININ EKONOMİK BÜYÜMENİN DURDURULMASIYLA MÜMKÜN OLDUĞUNU İFADE EDEN BİLİM İNSANLARI VAR
Son zamanlarda en çok duyulan kavramlardan birinin ‘Dirençli Kent’ olduğunu konuşmasını buradan yola çıkarak sürdüreceğini söyleyen Prof. Keleş, konuşmasını, “Bunun çok önemli olduğu kanısını taşıyorum. İklim değişikliği, doğal afetler ve benzeri konularda bir takım saptamalar yaparak dirençli kentlere ilişkin bazı görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu kavramın daha çok küresel ısınma, iklim değişikliği, doğal afetler, biyolojik çeşitliliğin azalması, kentsel kamu hizmetleri, kent yönetimi ve yoksulluk gibi sorunlar bağlamında ve onlarla birlikte ele alındığını görüyoruz. Tabi bütün bu saymış olduğum sorunlar, dirençli kent gündeme geldiğinde ele alınması ve etraflı bir şekilde tartışılması gereken konulardır. Demin imzaladığım kitaplar arasında ‘Kentbilim Terimleri Sözlüğü’ de var. Orada küresel ısınma terimi karşılığında şöyle bir tanım yapmışım: ‘İnsanların evlerinde ve sanayi tesislerinde kullandıkları yakıtın niteliğine bağlı olarak yerküreyi çepeçevre kuşatan atmosferde meydana gelen ısınma.’ Aşırı ısınmayı, küresel ısınma olarak nitelemişim. Bu bağlamda sürdürülebilir gelişme veya sürdürülebilir kalkınma gibi kavramların da son 40-50 yıl içerisinde çok sık kullanılmakta olduğunu görüyoruz. Daha önceleri bu kavramları hiç duymazdık. 1968 yılında bazı iş insanlarının bilim insanlarıyla bir araya gelmek suretiyle oluşturdukları Roma Kulübü, 1972’de önemli bir rapor yayımlamıştır. Bu raporun başlığı şöyleydi: ‘Büyümenin Sınırları”, izninizle İngilizcesini de söyleyeyim ‘The Limits to Growth.’ Donella Meadows, Dennis Meadows ve Jorgen Randers adlı üç bilim insanı tarafından kaleme alınan raporda şu tez savunuluyor: Eğer o tarihteki büyüme eğilimleri aynen devam edecek olursa 100 yıl sonra, yani 2072’de bundan 50 yıl sonra büyümenin sınırlarına varılacaktır. Böyle bir tahminde bulunuyorlar. Peki, bu karamsar beklenti karşısında ne yapmak gerekiyordu acaba, tavsiyeleri de var. Diyorlar ki, insanlığı ve ekosistemi ayakta tutabilmek için hem nüfus artışının hem de ekonomik büyümenin yavaşlatılması ve hatta tümden durdurulması zorunludur. Başka bir isimle bu tavsiyelerin adlandırıyorlar, sıfır büyüme ‘Zero Growth’ diyorlar. Eğer problemle karşılaşmak istemiyorsanız hem nüfus artışını hem de ekonomik büyümenin hızını durduracaksınız.” şeklindeki ifadelerle sürdürdü.
YAKINLARDA GÜNDEMİMİZE GİREN SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK KAVRAMININ TANIMINI YALNIZCA İYİ BİR DEVLET ADAMI DEĞİL, ADAM GİBİ ADAM DA OLAN ATATÜRK ÇOK DAHA ÖNCE YAPTI
Prof. Keleş, açıklamalarına, “Aradan 20 yıl geçiyor. 1992’ye geliyoruz. Bu yılın haziran ayında Birleşmiş Milletler Örgütü, Rio De Janeiro’da, önemli bir konferans topluyor. Daha doğrusu bir komisyon oluşturuluyor, ‘Ortak Geleceğimiz’ adlı bir rapor hazırlatıyor. Rapor dünyanın bilgisine sunuluyor, bu arada dirençli kent kavramıyla çok yakından ilgili bir gözlem yapılarak sürdürülebilirlik kavramı kullanılıyor. Bir tanımı da yapılıyor. ‘Bugün yaşamakta olan kuşakların yeryüzünün sahip bulunduğu değerlerden yararlanma hakları o şekilde kullanılmalıdır ki, gelecek kuşakların da bu değerlerden yararlanma hakları hiçbir zaman yok edilmesin.’ 70 yıl geriye gidelim değerli konuklar. Bu tanımın yapılmasından 70 yıl önce, gerçek devlet adamı, yalnız devlet adamı değil aynı zamanda adam da olan Mustafa Kemal Atatürk, sürdürülebilirliğin resmi tanımında yer alan düşünceleri şu sözleriyle çok daha veciz bir biçimde dile getiriyor. Diyor ki, milletler işgal ettikleri topraklar üzerinde yalnız mülkiyet hakkının sahipleri olarak değil, insanlık âleminin temsilcileri olarak da bulunurlar. Bu değerlerden yararlanırken, onlar üzerinde, gelecek kuşakların da hak sahibi olduğu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıdırlar. BM raporundan 70 yıl önce, Atatürk, sürdürülebilirliği bu ifadelerle anlatıyor.” diyerek devam etti.
BU GİDİŞ BÖYLESİNE SÜRECEK OLURSA KÜRESEL, EKONOMİK BİR ÇÖKÜNTÜ KAÇINILMAZ
1972’de yayımlandığını söylediği “Büyümenin Sınırları” adlı raporun yazarlarının, 2004’te, kitabın yeni bir baskısını yaptığını da belirten Prof. Keleş, “Yeni baskının başlığı şöyleydi: ‘Sınırların Ötesi, Sürdürülebilir Geleceği Hesaba Katarak Küresel Çöküşü Karşılamak.’ İfade edilen tez şu, aradan 20 yıl geçtikten sonra diyorlar ki, yeryüzü fiziksel anlamdaki büyümenin sınırlarına çoktan varmış bulunuyor. Bu gidiş böylesine sürecek olursa küresel, ekonomik bir çöküntü kaçınılmaz olacaktır. Bu yeni kitabın yazarları -ki aynı yazarlar- eski büyüme özlemlerinin artık bir hayal olduğunu, geri gelmeyeceğini, maliyet duvarına çarpacağını, enerji tüketimi düzeyinin de kaçınılmaz olarak azalacağını da ısrarla kitapta belirtiyor. Benim kanımca bu değerlendirme David Harvey isminde bir önemli Marksist yazarın çok haklı olarak belirttiği gibi, kapitalist sistemin kendisini ayakta tutabilme ve yeniden üretme arayışının ta kendisi olarak değerlendiriyorum bu ikinci raporda savunulan tezi. ‘Büyümenin Sınırları’ adlı esere 50 yıl sonra yeniden baktığımız zaman, 1970’lerin başına kıyasla çok daha fazla karamsar olmayı gerektiren koşullar içerisinde, dünyanın bulunduğunu görüyoruz. Ormansızlaşma, verimli tarım topraklarının ve fosil yakıtların tükenmesi, küresel iklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin azalması, kentlerde her türlü kırılganlık düzeylerinin yükselmesi başlıca karamsarlık nedenleri arasında bulunmaktadır.” dedi.
KENT YOKSULLARININ SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM KOŞULLARINDAN YARALANDIĞINI SÖYLEMEK OLANAKSIZDIR
Küreselleşmenin doğal kaynakların hızla tüketilmesi, rant yaratıp paylaştırma yoluyla zenginin daha da zengin edilmesi, uzun vadeli bakış açıların yerini kısa vadeli kaygıların alması, piyasa güçlerinin ve yeni teknolojik gelişmelerin de etkisiyle çevrenin ve ekosistemin daha büyük oranlarda tahrip edilmesi olasılığını büyük ölçüde artırdığını da ifade eden Prof. Keleş, “Bu tahribatın önemli ölçüde kentsel yaşam ortamlarından ortaya çıktığını açıkça görüyoruz. Dünyada ve Türkiye’de hızlı çarpık ve dengesiz kentleşmenin olgusu sorunların boyutlarını kat kat arttırıyor. Dünyada nüfusu 1 milyonu geçen kent sayısı 1980’lerde 213 iken, bu sayı, 21. yüzyılın başlarında 400’ü geçti. Bu kentlerin 3’te 2’si az gelişmiş ülkelerde bulunuyor. Sorunların boyutlarını az gelişmiş ülkeler açısından alabildiğine büyüten ilkeler başında yoksulluk geliyor. Birleşmiş Milletler Habitat İnsan Yerleşimleri toplantılarının hepsinde, özellikle 2016 yılında, Ekvator’un Kito kentinde toplanan İnsan Yerleşimleri Konferansı’nda yoksulluk konusu çok önemli bir şekilde vurgulanmıştır. Kito’dan önce de, 1976’da, Vancouver’da, ikincisi 1996’da İstanbul’da toplanan konferanslarda da yoksulluğun önemi vurgulanmıştır. BM’nin verilerine göre, az gelişmiş ülkelerde, yoksulluk koşulları içinde yaşamakta olanların oranı oldukça yüksektir. Bunlar arasında temiz içme suyundan yararlanamayanların oranı da dikkat çeker niteliktedir. Çağdaş sağlık hizmetlerinden yararlanabilme olanakları oldukça kısıtlıdır. Bu koşullarda kent yoksullarının sürdürülebilir yaşam koşullarından yaralanmakta olduklarını söylemek kanımca olanaksızdır.” diyerek konuşmasını sürdürdü.
BÜYÜKŞEHİR KANUNU İLE GECE YATAĞINA KÖYLÜ OLARAK GİREN ADAM SABAH KENTLİ OLARAK UYANDI
Genel olarak dünya ve az gelişmiş ülkeler için yapılan gözlemlerin Türkiye için de büyük ölçüde geçerli olduğunu iddia eden Prof. Keleş, “1980 yılında %43 olan kentleşme oranı, 2012’de, büyükşehir belediyeleri ile ilgili olarak yapılan yasal düzenlemeler sonucunda, bir gecede %93’e yükseldi. Gece adam yatağına köylü olarak girdi, sabah uyandığında kendisini kentli olarak gördü ve kendisini tanımakta zorlandı. Neden? Çünkü il sınırlar ile belediye sınırları örtüştürüldü ve bütün belediye sınırları içerisindeki köyler ve belde belediyeleri mahalle haline getirildi. Oralarda yaşayanlar köylü olmaktan çıkıp bir gecede kentli haline geldikleri için Türkiye’de kentli nüfus %93’e yapay olarak yükseltilmiş oldu. Çarpık kentleşmenin sağlık koşulları üzerindeki etkisi dar bir çağrışım yapabilir. Unutmamak gerekir ki dar anlamında bile sağlık kavramı yorum gerektirir. Sağlıklı olmayı hasta olmama biçiminde anlamak eksiktir. Sağlıklı kent ve kentleşme, sağlık sözcüğünün dar anlamının kapsamına sığdırılamayacak kadar geniş ve derin bir öze sahiptir. Elverişli bir eğitim düzeyi, çalışma, dinlenme, ulaşım, çevre, kültür ve sanat olanaklarından yoksun ve kentsel sorunlar karşısında dirençsiz olmanın da, sağlıksız bir kentsel yaşam ortamının niteliklerini oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.” dedi.
ÇEVRENİN ÜST DÜZEYDE KORUNMASI VE ÇEVRE KALİTESİNİN İYİLEŞTİRİLMESİ, AB POLİTİKALARININ KAPSAMI İÇERİSİNE SOKULDU
Genel anlamda sağlıklı ve dirençli bir kentin ne gibi niteliklere sahip olması gerektiğini başta BM olmak üzere bazı uluslararası kuruluşların benimsemiş oldukları sözleşmelerde ve antlaşmalarda açık bir şekilde görüldüğünü dile getiren Prof. Keleş, “Birkaç örnek vereyim: Bunlardan biri, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’dir. Öbürü 1966 yılında, yine Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen Ekonomik Toplumsal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’dir. 1990 tarihli Paris Sözleşmesi ve 1972’de Rio De Janeiro’da toplanan Dünya Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda da insan çevre ve halk sağlını bir bütünsellik içinde ele almayı öneren kararlar alınmıştır. Bunlara daha eklenecek belgeler var ama dağıtmayayım ve uzatmayayım sözü. Tıpkı kitap imzalatmak için arkadaşlar lütfedip uzun kuyruklar halinde nasıl bekledilerse, Türkiye’de Avrupa Birliği’nin kapısında 50 yıldır, hem onlardan, fakat daha çok bizden kaynaklanan nedenlerle bekletiliyor. Ama AB’nin bir Lizbon Antlaşması var, kurucu belge. Burada, temel haklarla ilgili bölümünün 37. maddesine yer alan sağlıklı çevre hakkı konusunda şöyle söyleniyor: ‘Çevrenin üst düzeyde korunması ve çevre kalitesinin iyileştirilmesi, AB politikalarının kapsamı içerisine sokulmalı ve sürdürülebilir kalkınma ilkesi ile uyumlu olarak güvence altına alınmalıdır.’ AB Politikalarının Genel Çerçevesi başlıklı belgenin 191. maddesinde de çevre politikalarının genel amaçları şu birkaç madde halinde özetleniyor: Çevre kalitesinin korunması ve iyileştirilmesi, insan sağlığının korunması, doğal kaynakların özenle ve rasyonel olarak kullanılması, iklim değişikliğiyle mücadele edilebilmesi için gerekli önlemlerin alınması.” ifadeleriyle konuşmasını sürdürdü.
AB, “YUMUŞAK DOLAŞIM” ADI ALTINDA, TIPKI ÇAYCUMA GİBİ BİSİKLET YOLLARINA ÖNEM VERİLMESİNİ İSTİYOR
Avrupa Konseyi’nin 1994 yılında kabul edilen ve 2004 yılında yeniden gözden geçirilen “Sürdürülebilirlik Yolunda Avrupa Kentler ve Kasabalar” başlığını taşıyan bir şartı olduğunu söyleyen Prof. Keleş, “İçinde bulunduğumuz bunalımın insan elinden çıktığını açıkça gösteren bir şart. Nüfus ve yapı yoğunluğunun, betonlaşmanın, gereksiz dikey ve yatay büyümenin bitişik gelişme kuralına yönlendirilmesi gereğinden söz ediliyor şartta ve hava ve gürültü kirlenmesinin kentsel altyapının gereksiz parçalara bölünmesinin, kentsel peyzaj değerlerinin tahribinin önlenebilmesi için özellikle sürdürülebilir ulaşım politikalarının tercih edilmesi gereği üzerinde önemle duruluyor. Deniyor ki, zorunlu olmayan ve sınırlı anlama gelmek üzere, yumuşak dolaşım. Nedir diye baktığımız zaman bisiklet yollarına öncelik vereceksiniz diyor. Tıpkı Çaycuma’da olduğu gibi bisikletlilere ayrılan yerler gördüm, takdirle karşıladım.” dedi.
İKLİM DEĞİŞİNİN DÜNYA EKONOMİSİNE MALİYETİ, 2. DÜNYA SAVAŞI VE 1924 BUNALIMININ TOPLAMINDAN DAHA YÜKSEK OLACAK
İklim değişikliği konusuna bakıldığında, yeryüzünün ortalama sıcaklığının değişiminin çok öneli olduğunu da söyleyen Prof. Keleş, “Dünyanın ortalama ısısı 10 bin yıl boyunca 14 santigrat derece kaldığı halde, son 30-40 yıldan bu yana bu durum hızla değişti. Bu değişiklik üzerinde de doğal nitelikte olmayan ve çok daha fazla etkili olan depremler, insanların yaşama ve tüketim etikliklerinden, yanlış yaşam biçimlerinden kaynaklanıyor. 1906 ve 2005 yılı arasını kapsayan 100 yıllık dönem içerisinde ısınmadaki artış 0,74 santigrat derece olduğu halde, son yıllardaki ısınmanın son 100 yıllık ısınmanın iki katından daha büyük olduğu hesaplanmış. Sera gazları yeryüzüne gelen uzun dalga radyasyonu alıkoymakta olduğundan yeryüzünün artan oranda ısınmasına katkıda bulunmaktadır. İngiliz İktisatçı John Richard Nicholas Stone bu olayın dünyanın bugüne kadar karşılaştığı en ciddi bunalım olduğu görüşünü savunuyor. Ona göre, bu değişimin dünya ekonomisine maliyeti, 2. Dünya Savaşı ve 1924 bunalımının toplamından daha yüksek olacak. Bu nedenle de insanoğlu bundan böyle aklını dirençlilik gibi kalıcı çözümler üzerine odaklaştırırsa daha iyi eder. Milyarlarca Avro tutarındaki maliyete ek olarak, 200 milyondan çok sayıda insan çevresel nedenlerle yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalıyor ve yeryüzündeki hayvan türlerinin %40’ından çoğunun yok olup gideceği olasılığı da tahminler arasında. Kimsenin görmezden gelemeyeceği bir gerçek de şu: Geçmiş yıllardakinden farklı olarak günümüzde mevsimler neredeyse iç içe girdiler, kışları yazlardan ilkbaharı ve sonbaharı birbirlerinden ayır etmek neredeyse olanaksız duruma gelmiştir. Bir yazarımızı çok haklı olarak şöyle diyor: Büyük kompozitör Antonio Vivaldi bugün yaşasaydı ‘4 Mevsim’ adını taşıyan şaheserini yeniden yaratmakta büyük güçlüklerle karşı karşıya kalırdı, çünkü mevsimler yok artık.” diyerek konuşmasına devam etti.
BAKANLIĞIN ADINI DEĞİŞTİRMEKLE ÇEVRE KONUSUNDA ADIM ATMIŞ OLMUYORSUNUZ
İklim değişikliğinin ardında yatan başlıca nedenin atmosferin ısınmasına yol açan türlü gazların salınımındaki artışlar olduğunu dile getiren Prof. Dr. Keleş, “Bazı gazların belli ölçülerin üstünde atmosfere salınmasının yarattığı ek ısınmaya, sera etkisi deniyor. Bu ısınmayı sağlayan gazlar, insan etkinlikleri, sanayi tesislerinin çalışmaları ve fosil yakıtların kullanılması sonucunda atmosfere püskürtülüyor. Karbondioksit, metan gazları, kloroform karbonlar, kloroflorokarbonlar küresel ısınmanın başlıca nedenlerini oluşturuyor. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Rio De Janeiro’da kabul edildi. Sera gazlarının salınmasına kesin sınırlar konmasını gündeme geldi ve 190’dan çok devlet bu sözleşmeyi onaylayarak taraf oldu. Kyoto Protokolü 2005’te yürürlüğe girdi. Dünyayı küresel ısınmanın etkilerinden kurtarmayı amaçlıyordu bu sözleşme. Devletlerin bu sözleşme karşısında aldığı tavırlar çok değişti. Aslında uluslararası hukukta, Birleşmiş Milletler kurallarında, ‘Ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluk’ diye önemli bir kural var. Buna göre atmosferi en çok hangi devletler kirletiyorsa, mali sonuçlarına da en çok onlar katlanmalıdır. Ancak bu önemli sözleşmeye taraf olmaktan sürekli olarak kaçınan devletlerin hangileri olduğunu sorarsanız, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi isimleri sizlere verebilirim. Bu sorun ancak 2015 yılında Paris’te toplanan Paris İklim Zirvesi’nde bir çözüme kavuşturuldu. Eğer devletler kendilerini bencillikten kurtarabilir ve anlaşma gereği gibi uygulanabilirse, umut edilir ki, %80’den çoğu fosil yakıt kullanmakta ülkeler, başta kömür olmak üzere, petrol ve doğal gaz kullanmaktan vazgeçerek temiz ve yenilenebilir enerji kullanımına yönelecek. Bu yönden Türkiye açısından da bir şeyler söyleyebilirim. Türkiye biliyorsunuz Çevre ve Şehircilik Bakanlığının adına iklim değişikliğini de ekleyerek görünüşte bir izlenim vermeye çalıştı. Önemli olan isim değiştirmek değil başta enerji olmak üzere çevre politikalarında o ismin gerektirdiği adımları atmaktır, bunu henüz yapabilmiş durumda değiliz. Türkiye, 2009 yılında Kyoto Protokolünü 5836 sayılı yasa ile onaylayarak taraf olmasına karşın, Paris İklim Sözleşmesi’ni ancak aradan 6 yıl geçtikten sonra 2021 yılında onaylayabilmiştir.” dedi.
TÜRKİYE, KAMU YÖNETİMİNİN HER KADEMESİNDE, ACİL DURUMLARDA DERHAL HAREKETE GEÇEBİLECEK OLGUNLUKTAN UZAKTIR
Konuşmasına, çok önemli bir kavram olan dirençlilikle girdiğini ve konuşmasını onunla bağlamak istediğini söyleyen Prof. Keleş, “Dirençlilik ve dirençli kentler gündeme geldiğinde akla ilk gelen konulardan biri hiç kuşkusuz doğal afetlerdir. Resmi açıklamalara göre can kaybının 50.000’e ulaştığı, son 11 ili içine alan 6 Şubat depreminin televizyon ekranlarına yansıtılan moral bozucu görüntüleri sorunun boyutlarını açıkça ortaya koydu. Fiziğin yasalarına bağlı olarak meydana geliyor olmasını göz ardı edip doğal afetleri bir kader, bir alınyazısı olarak niteleyenler ve ona Tanrı’nın günahkâr kullarına vermiş olduğu bir ceza gözüyle bakanlar var. 21.yüzyıl insanına yakışmayan bu tür değerlendirmeleri yapanların yaklaşımları doğru ve akla uygun olsaydı, tıpkı yağmur duasına çıkan zavallıların yollara dökülmesinde olduğu gibi insanlığı yıkımdan kurtarmanın bir çaresi bulunabilirdi ama durum hiç de öyle değil. Nüfusun ve ekonomik faaliyetlerin ülke sathında gereğinden büyük kentsel merkezlerde toplanması yerine dengeli olarak dağıtılmasını öngören politika arayışları ne yazık ki Devlet Planlama Teşkilatı adını taşıyan çok önemli bir kurumun gerekçe gösterilmeden kapatılmasıyla tarihe karıştı. Son büyük depremin ardından yerleşim yerlerinin fay hatlarının 500 metreden daha yakınına konulmasına izin verilmeyeceğine ilişkin haberler ve açıklamalar önemli bir gerçeğin geç de olsa farkına varılmış olduğunun bir işaretidir. 6 Şubat 2023 sarsıntısının ardından yaşananların açıkça gün yüzüne çıkardığı gerçek odur ki, Türkiye başta imar afları, plansızlık, yapılarda kullanılan malzemelerin niteliği olmak üzere kamu yönetiminin her kademesinde acil durumlarda derhal harekete geçebilecek olgunluğa erişebilmiş olmaktan uzaktır. Olağanüstü durumlarda toplanma alanı olarak kullanılması öngörülmüş alanların bile rant yaratma ve paylaştırma gibi amaçlarla yapılaşmaya açılması, can kayıplarının önemli boyutlara ulaşmasına yol açmıştır. Bazı yabancı ülkelerden gönderilen yardım ekiplerinin bile afet bölgelerine Türk polisinden, jandarmasından ya da silahlı güçlerinden daha erken gidebilmiş olmaları çok ciddi bir eşgüdüm bunalımı içinde olduğumuzu göstermiştir.” ifadelerini de kullandı.
YAŞANAN FELAKETİN EKONOMİK, TOPLUMSAL VE PSİKOLOJİK MALİYETİNİN BU DENLİ YÜKSEK OLMASININ ASIL SORUMLUSU YÖNETİM ZAFİYETİDİR
Bütün bu örneklerin ardında yanlış düşünsel varsayım da olduğunu da söyleyen Prof. Keleş, “Depremin bir fiziksel olgu, fay hattı üzerinde olma ve çürük zeminlere oturtulmuş yerleşim yerlerinde yaşamaya göz yumma gerçeğini görmezden gelerek olayın sorumluluğu Tanrı’ya yüklenmektedir. Oysa yılların deneyimlerinin ışığı altında depremlerden önce, depremler sırasında ve depremlerden sonra neler yapılması gerektiği konusunda her türlü düşünsel birikime sahip bulunan Türkiye’de, çok açık bir şekilde görülmüştür ki, yaşanan felaketin ekonomik, toplumsal ve psikolojik maliyetinin bu denli yüksek olmasının asıl sorumluluğu, yönetim zafiyetine bağlanmak durumundadır. Bu koşullar altında doğal afet teriminin kullanılmasının gerçekçi olmadığı, doğal afetin doğallığını tümden yitirmiş olduğu ve insan elinden çıkmış bir afete dönüştüğü çok açık bir şekilde kabul edilebilir. Anglosakson dillerinde bu dirençlilik ‘Urban resilience’, kentsel dirençlilik planı diye söylenir. Bu, kuşkusuz, kentleri rezillikten kurtarmak anlamına gelmiyor. Kentlerin karşı karşıya bulunduğu sorunlara doğal ya da insan elinden çıkmış afetlere ve risklere karşı her yönden hazırlıklı olmayı, bunlara yeterli bir biçimde yanıt verebilecek çözümler geliştirmeyi gerekli kılıyor.” dedi.
BELEDİYELERLE İLGİLİ İLK DEMOKRATİK ADIM OSMANLI İMPARATORLUĞU ZAMANINDA ATILDI
Keleş konuşmasına, “21. yüzyılda yerel yönetimlerin hem çevre hem çevre dışındaki konularda mevzuatla görevlendirilmiş olduklarını görüyoruz. Yerel yönetimler hele de seçimlere 12-13 gün kaldığı bir dönemde nasıl bir değerlendirme yapabiliriz. Şu örnekle işe başlayayım 1980’li yıllarda, Turgut Özal’ın başta bulunduğu dönemde, tam yerel seçimlere bugünkü gibi birkaç hafta kala, büyük gazetelerden bir tanesinde bir karikatür yayımlandı. Bir kişinin eli, kolu bacakları boynu iplerle sarılı olarak çizilen karikatürde Turgut Özal şu mesajı vermek istiyordu muhalif partilere: Eğer muhalefetteki partilere seçimlerde oy verecek olursanız, hiçbir iş yapamaz hale geleceksiniz, bu karikatürdeki gibi eliniz kolunuz bağlı olacaksınız. Türkiye Cumhuriyeti yerel yönetimleri Osmanlı İmparatorluğundan devraldı. Osmanlı İmparatorluğu’nda 1876 Kanunuesasisinde iki önemli kural vardı. O tarihteki anayasada vilayetlerin yönetimiyle ilgili, ‘Tefrik-i vezaif’ ve ‘Tevsi-i mezuniyet’ diye iki kural konmuş. Genç arkadaşlar için söyleyeyim tevsi-i mezuniyetin anlamı, bugün yetki genişliği diye anayasamızda yer alan kuraldır. Merkezi yönetimin taşradaki uzantıları olan vali ve kaymakamların yetkilerini anlatır. Tefrik-i vezaif ile kastedilen şey, görev ayrımıdır ama bu erkler ayrımı anlamına gelmiyor, merkezi yönetimle, yerel yönetimler arasındaki görev ayrımıdır. Aynen Cumhuriyet dönemi anayasalarına da yansımıştır bu kurallar. ‘Belediyelerin işleri, üyelerini halkın seçerek göreve getirdiği belediye meclisleri aracılığıyla yönetilecektir’ demek sureti ile ilk demokratik adımı Osmanlı İmparatorluğu ile atıyoruz. Bu Cumhuriyet anayasalarına da geçiyor. İlk belediye, İstanbul’da, Galata ve Beyoğlu semtlerinde, 1855’te kuruluyor. Başında bir şehremini var, bir şehremaneti meclisi ile görev yapıyor. Neden Beyoğlu’nda ve Galata’da ilk belediye kuruluyor Türkiye’de? Çünkü azınlıklar var. Beyoğlu ve Galata semtleri İstanbul’da gayrimüslimlerin oturduğu semtler, ‘Biz kendimizi yönetmek istiyoruz’ diye baskı yapıyorlar. Batıdaki İngiltere ve Fransa gibi emperyalist ülkelerde onların sözcülüğünü yapmak sureti ile Osmanlı İmparatorluğu üstünde baskı kuruyor. Bu baskı sonucunda 6. Daire-i Belediyye adını taşıyan ilk belediye, Beyoğlu ve Galata semtlerinde kuruluyor. Neden 6. Daire-i Belediyye de 7. 8. 9. değil diye sorarsanız onun da gerekçesi şu: Sistem Napolyon Fransa’sından alınıyor. Bugün, Paris’te de, arondisman’lar vardır sayıları 20’yi bulan, ilçe belediyelerine tekabül eden. Beyoğlu ve Galata’da 6.’sını kuruyor, ileride genişletmek suretiyle başka semtleri de içine alırsa onlara da farklı numaralar verilecekti.” diyerek devam etti.
TÜRKİYE’DE BELEDİYECİLİK: 95 YAŞINDA EMEKLEYEN BİR BEBEK
Cumhuriyetin 1923’te kurulmasında 7 yıl sonra ilk belediye kanunu çıktığını söyleyen Prof. Keleş, konuşmasını, “1930’da, çıkarılan 1580 Sayılı Belediye Kanunu ve 2005 yılına kadar yürürlükte kaldı. Şunu ifade edeyim ki, 1930’da çıkan bu Belediye Kanunu, acaba Türkiye’de gerçek anlamda yerel demokrasinin kurulmasında katkıda bulundu mu, bulunmadı mı? Büyük adımlar atılmıştır. Fakat şunu ifade edeyim ki hiçbir zaman çağdaş anlamda yerel demokrasi Türkiye’de ayaklarının üzerine oturtulamadı. 1990’da Cumhuriyet gazetesinde bir yazı yazdım, başlığını söyle koydum:‘1930’dan 1990’a kadar 60 yıl geçti, Türkiye’de belediyecilik: 60 yaşında emekleyen bir bebek.’ Eğer bu yazıyı Türkiye’de yerel demokrasi ve belediyeciliğin durumu hakkında bugün yazacak olsaydım şöyle başlık koyardım: ‘Türkiye’de belediyecilik: 95 yaşında emekleyen bir bebek.’ Hala bu bebek emeklemektedir. Çünkü anayasanın koymuş olduğu kurallarla Türkiye’nin 1950’li yıllardan beri üyesi olup 1993’ten beri tarafı olduğu, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın çok açık kurallarına rağmen, ne yazık ki, yerel demokrasinin olması gereken noktada olmadığını görmüyoruz.” Diyerek sürdürdü.
YEREL DEMOKRASİ ANCAK ÇAYCUMA HALKININ GELMİŞ OLDUĞU BİR DEMOKRATİK KÜLTÜR DÜZEYİNE GELMEKLE GELİŞİR
Prof. Keleş dikkatle dinlenen konuşmasını, “Bir ufak örnek vereyim, çok başarılı imar planı çalışmaları yapan bir belediyenin sınırları içerisinde bulunuyoruz. İmar planı yapma görevi 3194 sayılı İmar Kanunu’muza göre belediyelerimizindir. Ancak o kanunumuzun gecekondu bulunan, afetlere maruz kalan, içinden kenarından demiryolu, karayolları geçen yerler gibi istisnai durumlarda devletin de, merkezi yönetimin de bu yetkiyi kullanabileceğine ilişkin kuralları vardır, ama istisnai bir durumdur bu. Fakat İmar Kanunu’muzun çıkmış olduğu yıldan sonra yapılan pek çok yasal düzenleme ile -ki, bunların başında 2010-2011 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığının yeninden düzenlenmesine ilişkin Kanun Hükmünde Kararnameler vardır- yerel nitelikte olan kamu hizmetlerinin halka en yakın olan belediyeler tarafından görülmesi zorunlu iken, hem milli mevzuatımıza, hem de tarafı olduğumuz Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın kurallarına göre durum bu olmasına rağmen, imar ve planlama yetkileri belediyelerden alınarak Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına verilmiştir. Bakanlığın ada ve parsel bazına varıncaya kadar her düzeydeki nazım ve uygulama imar planlarını yapma yetkisi bulunmaktadır. Sadece Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı değil, belediyelerin imar planlarına el atma yetkileri alınıp TOKİ’ye, Devlet Demir Yollarına, GAP İdaresi Başkanlığına veren düzenlemeler var. Böyle bir durumda, şunu söylemek istiyorum. Bir ülkede yerel demokrasinin tam anlamıyla kurulması ve ayakta durabilmesi çağdaş düzeye varabilmesi yasalarda değişiklik yapmakla olmayabiliyor. Olması gereken şey bu sistemi ayakta tutacak halkın bir bilinç ve kültür düzeyine, demokratik kültür düzeyine varabilmesidir. Bu da ancak Çaycuma halkının gelmiş olduğu bir demokratik kültür düzeyine gelmekle olur. Hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.” diyerek tamamladı.
0 Yorum